<$Bl
<$BlCuma, Ekim 05, 2007>
<$Bl
Tam öyle değil aslında. Bir defa akşamüstü değil, basbayağı akşamdı. Karanlık olduğunu hatırlıyorum. Hem zaten, karadan 2-3 dk.lık birhızlı tekne yolculuğu ile varılan 3-4 kiliseli adada güneşin batışını seyretmiştik.
Sonra araba da değil, dolmuştan bozma birşeydi. Şunun gibi:
Pencerelerden bazıları yoktu. Kapıyı da pek kapatmıyorlardı.
Sonra yaptığımıza gitmek de denemez pek, daha çok sallanıp yuvarlanıyorduk.

Ama Athena çaldığı doğru. Oradaki tek kaset o muydu, veya müzik sistemine bağlanan minik basit mp3 çalardaki tek albüm müydü, öyle birşeydi. Ska da sevmem aslında. Ama o anda gerçekten iyi gitti. Yani mirk elam'dan her gece filan olsa daha iyiydi tabi ama iyi idare etti.
Aslında deniz, üstüne güneş batışı gelince bir yorgunluk çökmesi ve durgunluk beklenebilirdi ama nedense hiç öyle değildi. Kanımız kaynıyordu. Özellikle benim.

Şoför koltuğundaki uzun saçlı oğlan müziği hareket ettikten hemen sonra açmıştı. Diyelim bunun gibi birşey (bu sanırım 2. şarkıydı). Hızlı ritmli, oynak birşey. Sesi de sonuna vurunca minibüs inlemeye başladı. Hatta baştan ritmle beraber minibüsü de sarsıyordu şoför, frenlerle. Ormanın içindeki daracık, bol virajlı ve karanlık bir yolda gittiğimiz düşünülürse bu pek de akıl karı değildi belki. Karşıdan birşey gelince sakinleşip kenara çekiyorduk.
Birileri dansetmeye başladı. Dikkat ettim, hep yabancı kızlar. Bir Rus, iki Ukraynalı ve daha çok salınıyor olsa da bir İtalyan. Tempo tutarak ya onları seyrediyordum, ya da içeriyle uyumsuz ama gözalıcı biçimde huzurlu olan dışarıyı.

"Hadi Simon, oturmaya mı geldik" gelince en arka sıradan, işin başa düştüğünü anladım. Bensiz hareketlenmeyecekti minibüs. Demin de söylemiştim sana, güzel oluyor. Ben olunca dansedenler arttı birden. Nedense. Çünkü hepsini daha 1 gündür tanıyordum. Birara açık kapıdan uçuyordum. Ama hoş oldu, tutundum son anda.

Sonradan hepsi geride kalınca iyi hissettim. Hala dışıma çıkabildiğim için. Bir de hala limboda çıtaları iyice aşağılara indirdiğim için.
<$BlPazartesi, Ekim 01, 2007>
<$Bl

Wor dpress’i ‘yansıtan’ wordpr exy bir çözüm olabilir gibi gelmişti. Ayrıca, ne güzel birilerinin buna kalkışması. Ama tabi, o da kapatılmış. Şöyle anlatıyorlardı durumu. Tehdit, vs., hoş değil. Ama bu mektubu gönderen avukat telefonunu da yazmış. e, iyi ne güzel, aradım ben de. Konuştuk 10 kadar. Yaklaşık şöyle oldu -hatırladığım kadarıyla:

- İyi akşamlar, avukat şey beyle mi görüşüyorum?

- Evet, buyrun.

- Merhabalar, ben Simon. Size wordpre ss’le ilgili kısa bir iki sorum vardı.

- Buyrun.

- Wo rdprexy diye bir site var, wordpre ss’in içeriğini yansıtan. Onlara silmelerini rica etmişsiniz, müvekkilinizle ilgili siteleri, onlar da silmişler. Ama yine de o site de tamamen kapatılmış.

- Baktırayım, ben silmediler diye biliyorum.

- Sizden aldıkları maili yayınlamışlar. Ben de telefonunuzu oradan aldım. Sizin yazdığınız siteleri sildiklerini söylemişler. Müvekkilinizle ilgili ne leyhte ne aleyhte bir amaçları olmadığı için böyle yaptıklarını da yazmışlar.

- Onlar orada öyle yazıyorlar, bizi zor durumda bırakmak için. Ama aslında hiçbirşey yaptıkları yok.

- Yalnız, wordp ress’ten bahsetmiyorum. Onların hiçbirşey yaptığı yok. Ben sonu pre xy, e x y diye biten, en son 2-3 gün önce yasaklanan siteden bahsediyorum. O bu yasağa karşı oluşturulmuştu.

- Anladım.

- Aslında tabi niye sadece o siteleri yasaklatmadığınızı, tüm wordpress’i yasakladığınızı da sorabilir miyim?

- Siz türkiye temsilcisi misiniz?

- Yok, ben kendi halimde bir blog yazarıyım. Bir aydan fazla süredir benim blogum da yasaklanmış durumda.

- İsminiz ne demiştiniz?

- Simon.

- Türk değilsiniz yani?

- Dayım İngilizmiş.

- Şimdi simon diye bir site kursa birisi, içinde size hakaret içeren şeyler yazsa… Bilmem gördünüz mü yazanları ama hakaret dolu sözler…

- Bunu anlıyorum tabi. İçerik ayrı bir konu. Ama neden hepsini yasaklıyorsunuz?

- Biz de tabi yasaklamaktan memnun olmuyoruz ama. Ama bu siteye 3 kere yazdık, bu hakaret içeren yayınları kaldırın dedik. Hiçbirşey yapmadılar.

- Onlar yasaklanırsa alıp başka yere kopyalarlar diye mi tüm wor dpress peki?

- Evet. Bizim sürekli bunu kontrol etmemiz çok zor. Onlarınsa bunu yapması çok kolay.

- Wordp rexy de yapmış zaten. Yo utube’de de neden aynıydı sanırım. O videolar kaldırılır, tekrar konur diye.

- Evet, hatırlarsınız ne hakaret içeriyordu o videolar.

- Yalnız, bunun sonu yok ki. Oradan alır, başka blog sitesine koyarlar. Daha büyük blogger var mesela, oraya koyarlar.

- Tüm blog sitelerine yazdık zaten, uyardık hepsini buna karşı. Bazılarından cevap geldi, yardımcı olacaklarını söylediler, bazılarından hiç gelmedi.

- Bence gerçekten bunun sonu yok. Yalnız benim şimdilik sadece vurgulamak istediğim, wordpr exy’ye bir baktırın dediğiniz gibi. O iyi bir çare olabilir gibi gelmişti bana. Hem dava konusu içerikler yok, hem de diğer sitelere erişim sağlıyor.

- Tamam, baktırayım ona. Bize şurada da var diye haber veriyorlar, öyle harekete geçiyoruz.

- Ben onlara inanıyorum. O yüzden ilgilenirseniz sevinirim.

- Tabi baktırırım.

- Tamam, iyi akşamlar size.

- İyi akşamlar.

(mümkün değil, kurgusuz yapamıyorum, ama burada gerçekten çok az.)

Bu arada kibar ve genç sesli bir bey olduğunu da söylemem gerek. En garip olan da şimdiye kadar hiçbir gazetecinin veya mesela wordpress tr’den birinin kendisini arayıp bunları sormamış, sonra da haber yapmamış olması.

(Bir yandan da fazla mı yumuşak davrandım, bu sansürün hakkını niye aramadım diye düşündüm sonradan. Ama ben böyle biriyim. Sonra kibar kibar konuşan birini sıkıştırmak nezakete sığmaz gibi geldi sanırım. Ve hem bu telefonun tek amacı word prexy’yi açtırmaktı aslında, tüm sansürü sorgulamak değil).

<$BlPerşembe, Eylül 27, 2007>
<$Bl

Birkaç gün önce bölümden çıkmış, koridorda yürüyordum. Karşıdan gelen, spor giyimli, geniş geniş, rahat rahat, neredeyse arkasına yaslana yaslana yürüyen adamı birine benzettim. Sen hep böyle yapıyorsun, sonra tanımaya değmeyecek sefil biri çıkıyor. Bu da o Amerikalı hoca işte. Ama çok yakınıma geldiğinde hevesle “merhabalar, nasılsınız”.. O da: “iyiyim, siz”.. Murat Yetkin. Radikal’in Ankara temsilcisi, bir anlamda 2 numaralı yazarı. Zaten son birkaç gündür abd’de erme ni davasındaki konumumuzu anlatıyordu buradan. O da hocamın oraya buraya uzanan kollarından biriymiş meğer. Hiç içimden gelmedi ama bir torpil için bundan daha uygun bir durum olamazdı herhalde.

§ § § § §
Mağazaya yeni girmiştim. Erkek cüzdanlarının önünden geçerken Türkçe birşeyler duydum. Genç bir çift. Erkeğe bilezik bakıyorlar (ilginç). Sevimli duruyorlar. En azından bir merhaba diyeyim dedim. Ama geçerken öyle a, siz de Türk, naber denmiyor. Ben de oralarda dolandım biraz. Çok dalmışlardı alıp almama kararsızlığına, dikkat etmediler. Biraz uzaklaştım, 2-3 dk. sonra yaklaştım yine. Oğlan bakınca merhabalar dedim, o da selam verdi gülümseyip. Kız da baktı, onla da selamlaştık. Sonra diyecek birşey olmadığından hafiften uzaklaştım.

Bir kere daha rastlaşmaya çalıştım ama. Arka taraftaki çarşafların oraya bile baktım onlar için, ama orada olmadı. Sonra ben alacağım şeye daldım. Kapanmasına yakın çıkarken onlar da sonunda bileziği almış geliyorlardı. Hatta yandaki kasayı açan kasiyer çağırdı ama geçmek istemedim hemen. Yanımdaki fazla indirim kuponu geldi aklıma. Onlar yan tarafa geçerken ben de peşlerinden gidip bende böyle birşey var, isterseniz kullanın dedim. Aldı kız, teşekkür etti. Sonra çalışıyor musunuz, okul mu dedim. Araştırma dedi. Maryland’de. Buralarda iyi bir okul. Yakınlarda mı oturuyorsunuz dedi bana, evet dedim, çok yakın. Siz? Biz de. Sonra onların işi bitti, iyi akşamlar.

Ben de ödedim (çok rastlanılan bir durum değildir), çıkmak için yukarı çıkan yürüyen merdivene gelmiştim ki oğlan da henüz inmiş aşağıya tekrar, birşey aranıyor. Beni görünce teşekkürler dedi çekinerek. Yok, ne önemi var, zaten yanacaktı bir iki gün sonra dedim. Beraber çıkmaya başladık. Hangi bölümdesiniz dedim, maryland’i kastederek. NIH dedi. Yakınlarda devasa bir tıp araştırma enstitüsü var, oradaymış o. Aslında Boğaziçindeymiş, 2 yıllığına gelmiş. O da henüz. O zaman daha sıkılmamışsınızdır dedim. Yok, güzel bu şehir dedi. Ben çok sıkıldım açıkçası, dedim, bu kadar yıldan sonra. Yukarıda mücevherler kısmındaki kızın yanına gelmiştik, ben o anda iyi akşamlar size dedim, gülümseyip çıktım dışarı, ilerledim.

Ama sonradan çok içime sinmedi durum, biraz evirip çevirdim. Oğlan başka bir sebeple inmiş gibi değildi aşağıya. Benimle ilgili olmalıydı. Sadece teşekkür mü, yoksa teşekkür için mesela bir yere mi davet edeceklerdi.. Ben birden mi iyi akşamlar demiştim. Yarım saniye beklesem birşey mi diyeceklerdi. Ama ben o kadar atak davranmışım, diyecek olan deyiverir, di mi? Yine de dışarı çıkınca uzaklaşmak istemedim. Belki görüşecektik sürekli , çok iyi anlaşacaktık, çok yakın arkadaşım olacaklardı, belki. Durup baktım çıkınca ne tarafa doğru gidecekler diye. Göremedim. Üzüldüm.

Ne zormuş tanımadığın biriyle tanışması. Ne ince. Demek tek bir kızla tanışmaya özgü değil bu.

§ § § § §

Evvelsi gün sabahın köründe aceleyle metroya yürürken bebek arabasını ittirerek koşan bir adam vardı. Köpeğiyle koşanlar iyi hoş da bu bebek arabasıyla koşanlar garip değil mi? Bebeğin memnun olduğunu biliyor muyuz mesela.. O sırada adam döndü ve nereye gidiyorsunuz dedi bana. Metroya dedim, olumlu bir şekilde, yapabileceğim birşey var mı tarzında. Olumluluğum, bir az önce yanından geçerken bana uygar bir ülkedeymişim hissini verircesine ‘günaydın’ diyen adamdan geliyor olmalıydı. Ben senin öğrencimdin, dedi. A, tabi, hatırladım. Demek bu da sözünü ettiğin bebek. İlk gün tanışma sorularında, özel bir durumunuz, yeni bir bebeğiniz mesela varsa söyleyin derim. Ama o demiş miydi emin değilim, o anda öyle uydurmuş oldum. Evet. Ve oralarda, yakınımızda oturuyormuş, vs.

Yazın İzmir’de olduğundan sıcak şu an evin içi (32 derece). Gecenin bir yarısında hem de. Hadi iyi geceler hepinize.

<$BlCumartesi, Eylül 22, 2007>
<$Bl

- terledim:

- mücevherlerine göz diktiğim kadınları ayarttım:

- yürüdüm:

- gözleme yedim:

- yeniden film seyretmeye başladım:

- acaip şeylere şahit oldum:

posted by <$Blherdem taze<$Bl1:53 ÖÖ

<$BlCuma, Aralık 08, 2006>
<$Bl




<$BlCuma, Mayıs 26, 2006>
<$Bl
Sanırım geçici olarak. Bu arada spor yazılarını güncellemeyi istiyorum, özellikle dünya kupası sırasında. Ama şimdilik:


[Pssst: resmin üstüne resmin üstüne]
<$BlPerşembe, Mayıs 18, 2006>
<$Bl
Bomba spor haberleri olmasa gazetelere bakacağım yok. Herifin teki adliyeye girip Danıştay'ın bir dairesinin üyelerini vurmuş. Herifin teki dediğimiz de bir avukat. Yani üniversite mezunu biri. Ama zaten üniversitelerdeki o kurt kadar kafalı nereye gidiyor kampüste solcuları dövdükten sonra; demek işte bazıları ülkü ocaklarında çay içip aylaklık etmekten başka şeyler de yapıyor. Avukat diyorsun, adam sanıyorsun. Adliye kapısındaki görevliler de girişte metal aramasında ötünce adamın ben avukatım demesine pardon efendim diyor.

Bazen düşünürüm, birini vurmak istersen, yani belli bir görevi olan, yeri yurdu belli birini, iyi planlarsan biraz da sabredersen vurursun. Buna paranoyakça korunan Amerikan başkanı da dahil. Bir bombalık canı var herkesin doğru yeri bilirsen.
Ama mesele, bunu yapacak cesareti bulmakta. Toplumsal uzlaşılar, yetiştiğin kültür bunu düşünülmez, düşünülse de yapılmamalı kılar, o ortamı yaratmaz. Aşılmayan, toplumun birarada yaşaması için aşılmaması da gereken tabulardır bunlar. Demek bu kir parçası o cesareti bulmuş şu anki politik kültürde. Özellikle nerede bulduğu da belli, arabasından çıkan Vakit Gazetesinin
işte o üyeler manşetinden. Böyle bir manşetin mesajı açık: 'işte bizim düşmanlarımız. Sen, biz ve bizim gibi düşünenler, yani senin önemsemen gereken esas kitle, bu insanların karşısındayız, onlardan nefret ediyoruz ve nasıl zarar görseler biz bunu çok olumlu karşılar, zarar vereni de bağrımıza basarız'. Danıştay başkanı bu haber sonrası hedef gösteriliyoruz diye belirtince Tayyip'in cevabı: "bunları hep duyuyoruz".

Bu olaydan sonra partinin nispeten aklıselim cephesinden Arınç'ın açıklaması: "O karardan (türban kararı) infial duymuşsa, muhalif üye Ayfer hanımı vurmaması gerekirdi". Böyle bir söz eden bir devlet görevlisinin, istediği kadar derdini anlatamamış, yanlış anlaşılmış olsun, görevinde kalmaması beklenir gelişmiş bir ülkede; hatta uzakdoğuya gidersek kendini öldürse evladır. Sonra kendini kaybetmiş karısını da Köşk'ün bahçesinde bulurlar, 'ben burada oturuyorum, buralar benim' diyerek hayalet gibi gezinirken.
<$BlCumartesi, Mayıs 06, 2006>
<$BlCuma, Mayıs 05, 2006>
<$Bl
O kadar sinir bozucu ki herşey, gitmek istiyorum bu dünyadan. Ya da Dünya'dan demeliyim çünkü atmosferin dışına çıkmak istiyorum. Apollo 46'ya atlayıp Mars'a gitmek. Yolda küçüçük mavi bilye tanesine bakmak, herşeyin küçüldüğünü ufaldığını görmek, boşluk, huzur, büyülenmişlik...

Olmazsa 80'lerin dizisi Fantezi Adası'nda da yaşayabilirim bir süre. Veya ona benzeyen bir film vardı, tatilciler 3 fantastik tatil dünyasından birini seçiyordu, vahşi batı, ortaçağ veya antik Roma. Sonra robotlar bozulmaya başlıyordu, bir kovboy robot olan Yul Brynner birilerini öldürüyordu filan. Orası da olabilir.

Ama döndüğümde herşey aynı olacak. Hayır olmasın, lütfen. Back To The Future'ların birinde, herhalde 2.sinde Michael J. Fox'ın döndüğünde herşeyi olumlu değişmiş bulması gibi olsun. Zaten benzeşiriz kendisiyle. Ebat bakımından, oradan oraya koşturma ve bir de yaşlanmama bakımından.
Lütfen olsun ama bunlar. Rica ediyorum gerçekten.
<$BlSalı, Mayıs 02, 2006>
<$Bl


Benim vereceğim ara da Simpson'ların son bölümlerini 2 sezon önceden haber vermelerine benzedi. (Sizi birden üzmeyeyim demiştim:). Bu bahsettiğim film yazısı. Daha doğrusu onun girişi. İçi yarın dolacak. O zamana kadar cnbc-e'de The Insider idare edebilir sizi; olmazsa lingo lingo şişeler.. rakı da mı içtin sen bensiz.. çamura mı düştün edepsiz.. giydiğim atlas.. iğneler batmaz.. giydiğim sarı.. kadehler yarı.. yar sevdim kaprisli.. sonradan olma Parisli.. [sonuncuyu ben uydurdum, çok mu belli oluyor?]
_________________________________________

Yarın devam ediyorum:





Orfeu Negro - Siyah Orfe
Marcel Camus - '59






Siyah Orfe, gördüğünüz diğer filmlere benzemiyor. Karnavalın filmi Siyah Orfe. Kutlamanın, eğlencenin, neşenin, tutkunun, aşkın filmi. Aynı zamanda, aşkın, hüznün, trajedinin, kaybın, acının da. Bir filmden çok bir şiir aslında. Zaten yönetmeni Marcel Camus de film çekmez, şiir çeker.

Bu filmi herhalde en iyi müzikleri anlatır. Tanıdık bir şarkı: Manha de Carnaval. Tanıdık çünkü zaten bossa nova’yı dünyaya tanıtan film bu.





Classe Tous Risques -

Çok Riskli Sınıf
Claude Sautet - '60



Bir film (janrı) seçmem gerekse düşünmeden 60’ların Fransız suç filmleri derim. Büyük Lino Ventura var, sinemaya henüz ısınan Belmondo yardımcısı, bir de güzeller güzeli Sandra Milo. Yönetmen de sıcak filmlerin usta yönetmeni Claude Sautet (Vincent, François, Paul ve Diğerleri de onun filmi). Ben memnuniyetten kendimden geçiyorum böyle filmlerde.


Filmin çok hoş tanıtımını (birisi bana trailer'ı çevirebilirse gözlerinden öpeceğim) seyredebilirsiniz (Quicktime).






Million Dollar B.
Clint abi - '04




Çok ağır. Yavaş anlamında değil. Yoksa yavaş olsun, iyi olsun, ciğerimi yesin. Nedir zaten bu tempo obsesyonu? Bir arkadaşımın dediği gibi -afedersiniz- tabakhaneye bok mu yetiştiriyoruz... Hayır, bu film insanın üzerine çöküyor, boğuyor. Zaten tahmin edilebiliyor neler olacağı. Filmin ilk sahnesinden biliyoruz ki bu kız dünya şampiyonluğu maçına çıkacak, Clint de bir yerde dayanamayıp kızı çalıştıracak. O zaman niye alıyorsunuz değerli vaktimizi, direk ileri sarıp hemen şampiyonluk maçına geçelim.

Sonra karakterler çok karikatürize. Kızın bir ailesi var, evlere şenlik. Clint ve M.Freeman ustalıklarıyla idare etmişler hadi ama Hillary Swank onu da yapamamış (ve Oscar aldığını söylememe gerek yok herhalde). O kadar tek yönlü olmuş ki kız, sanki birden kendini 30 yaşında bulmuş ve kendini boksa adamaya karar vermiş biri. O kadar saf.
İnandırıcı değil. Bu kızın bir adet arkadaşı, tanıdığı, patronu yok mudur, oradan buradan hikayeye karışacak, hastanede ziyaret edecek? Aynı şey Clint ve Freeman için de geçerli. Senaryonun orijinalinde varsa da çıkarmış Warner Bros’un danışman ve kodaman senaristleri. Çok elden geçmiş, çok kurgulanmış senaryo, ‘iyi son mu olsun, kötü mü? En iyisi ikisinin ortası olsun’. Bu kadar kurgulanınca da olmamış. C.R.A.Z.Y.’de bahsedeceğim özgürlüğün onda biri yok. (Senaryo Crash’in yönetmeni Paul Haggis’in. Onda da benzer bir ağırlık ve zorlama olduğuna eminim.)

Oscar almasa eh, seyrediliyor der geçerdim. Ama bu durumda yazık koca Amerikan sinemasına diyorum.



C.R.A.Z.Y.
Jean-Marc Vallée
'05



Filmlerin özgür olmasını seviyorum. İşte bu, özlediğim gibi, ne sonunu ne de sonraki sahneyi tahmin edebildiğiniz bir film. Özgürce uçuyor. Çok çılgın, ama aynı zamanda da acıklı (zor bir bileşim).
Müziğin çok kullanılmasını bir zayıflık olarak görürüm filmlerde ama bu film müziğin içinde yaşıyor. Kıskanmayın, çok yakında coming to a theater near you.

Filmden sonra aktörlerden biriyle soru-cevap seansı vardı. Bu kadar beğenmişken kalmazdım aslında ama yönetmenlerin basın toplantısı gibi şeyleri özlediğimi fakedip kaldım. İngiltere, Fransa şu kadar kopyasını aldılar dedikten sonra Türkiye, İtalya, vs.de de başarılı oldu dedi, kırık dökük bir İngilizceyle (film Quebec filmi, Fransızca). Hele Türkiye gibi farklı bir kültüre ait bir ülkede başarılı olması çok ilginç dedi. Bir salon insana. Çok radikal bir şey de yok filmde, az miktarda eşcinsel ilişki bahsi. İşte insanın kötü hissettiği an oluyor bu. Aslında yabancıların hakkımızda ne düşündüğü konusundaki histerik takıntımızı paylaşmıyorum ama bu önyargılar bir yerde hepimizin kafasına çarpıyor.

Çıkışta yanyana geldik adamla. Çok beğendim, tebrik ederim, hem ben Türküm dedim. Ama yanılıyor muyum, yani, öyle çok gerici değil biliyorum TR ama, ee, öö, dedi, sıfat arayarak. Biraz, yani özellikle büyük şehirlerde farklı bir kültür var. Muhafakar bölgeler için haklısınız biraz ama bu film de öyle yerlerde oynamaz zaten, çok iş yapacak bir şey olmadığı için.

Sonra baktım, festivalde Akbank galalarında oynamış C.R.A.Z.Y. (festivalin öyle ticari bölümlerine de karşıyız ya, neyse). Demek yakında vizyona girecek. Toplumun veya şu bu grubun dışında kalmışların filmi bu; yani sanırım çoğumuzun. Seveceksiniz.

Filmin reklamı (Quicktime).




Tian xia wu zei-
A World Without Thieves
Xiagong Feng - '04




Ben olsam dayanamaz ‘a world without thieves is not worth living’ derdim filmin ismine. Son beş yılda gösteriş yapan kılıç filmlerinin kılıçsızı denebilir buna. Burada hızlı olan eller. Onlara göre daha fizik kurallarına saygılı ve abartısız. Romantik, gizemli, sevimli ve çok eğlenceli bir film olmuş bu. Bazen biraz fazla ‘cool’ takılmaya çalışmasa daha iyi olurdu.

Son olarak, ‘iyi bir hırsızı, toplum kurallarına saygılı bir kötüye tercih ederim’ diyerek sizi gelecek sayfama hazırlayayım. Hem belki görünmez ağlardan birine takılır da gelecek yüzyılara bir atasözü olarak kalır bu söz.

Filmin trailer’ı (siz de bilmiyorsunuz, di mi, bunun tam çevirisini?) da burada, gerçi çok yansıtamıyor filmi.

____________________________________


Artık kalın sağlıcakla diyebilirim. Herşeyi değiştirip yeni bir kimlikle çıkmayı düşünüyorum. 'just a friendless ghost passing by' olsun mesela ismim, yorumlarda alem olur. "Haklısınız just a friendless ghost passing by, paylaşıldıkça azalır". Yakında da bir necefli maşrapa koyarım buraya.